

Yazar: Ayşe Bayvas
Nisan doğanın yeşile dönmeye başladığı, kırları sarılı beyazlı minik papatyaların doldurduğu, çiy damlalarına yağmurun karıştığı, gökyüzünün maviliğinin insanı sarıp sarmaladığı, bulutların neşeyle dans etmeye başladığı çok coşkulu bir ay. Sizi bilmem benim içim içime sığmıyor son günlerde. Güneşin olduğu her gün yüzümde bir gülümseme ile dolaşıyorum.
Nisan sanat için de bereketli bir ay; ilk gün yapılan şakalar ve Hıristiyan dünyası için yenilenmenin sembolü olan Paskalya dahil içinde her türlü neşe var.
Kahkaha en iyi ilaçtır, yaşam gülmeyi unutturdukça “Kahkaha terapileri” yapılmaya başlandı. Benim çocukluğumda 1 Nisan’da yapılan şakalar çok önemsenirdi. Haftalar öncesinden plan yapmaya başlardık, giderek unuttuk sanki. Bu yıl 1 Nisan’da “Şaka Günü”nü hatırlayalım istiyorum, belki gelecek yıl önceden plan yapmaya başlarız.
Nisan ayının ilk günü şaka yapma geleneğinin kökeni belirsiz. Pagan dönemine dayandıran da var, Hz. İsa’ya dayandıran da. Grimm Kardeşler, 1854’te “Geleneği ilk olarak belli belirsiz bir şekilde geçmiş yüzyılda görebiliyoruz. Açıklanmamış bir kökeni olan ve Nisan ayında yapılan gelenek, yılın başlangıcı ile doğrudan bağlantılıdır” diye yazar. Gelenekten ilk olarak 1508’de bir Fransız kaynağında bahsedilir. Bir başka kaynağa göre, Almanya’da ilk bilinen olay 1618’dedir.
Biraz ezber bozarsak: Yılın gerçekte ilkbaharla başladığını biliyoruz. Yılın on ikinci ayının adı aralıktır. Aralık Latince’de on (December) anlamına gelir. Kasım dokuz, Ekim sekiz ve Eylül yedidir. Demek ki yıl Mart ile başlar, Ocak’la değil. Örneğin Antik Roma’da 25 Mart’ta İlkbahar ekinoksuna denk gelen Hilaria bayramı kutlanırdı. 1582’de kabul edilen yeni takvim, 1 Ocak’ı yılın ilk günü olarak belirleyip baharı da 1 Nisan’da karşılama olarak değiştirince bahar şenliklerinde gerçek yeni yıl hediyeleri yerine boş kutular ve şakalar yapıldı büyük olasılıkla.
Aslında etimolojik olarak bakarsak, Nisan’ın Latince’deki anlamı “açık”tır (Aprilis). Dolayısıyla kış sonu ve çiçeklerin açma zamanı olan Nisan, baharın başlangıcı için en uygun zaman olarak ele alınmıştır. Bu bağlamda, kökensel olarak ”açmak” anlamına gelen Nisan’ın ilk günü takvimsel olarak da ayın açılış günüdür.
Bu 1 Nisan günü, İtalya’da “Pesce d’Aprile” olarak bilinir ve “Nisan balığı” anlamına gelir. Bu ismin kökeni de oldukça gizemli. Eski bir İtalyan ansiklopedisine göre, bu isim Floransa’da, aslında bir pazarın olmadığı, yalnızca bir balık resminin bulunduğu belirli bir meydanda balık satın almak için evdeki en şaşkın hizmetkarı gönderme geleneğinden kaynaklanmış olabilir. Ancak Aquileia’lı Kutsal Bertrand’ın efsanesini de unutmamak gerekir. Bunun için dönemin Papa’sını balık kılçığı yüzünden boğulmaktan kurtardığı 14. yüzyıla kadar gidiyoruz.
Bu “Balık Kılçığı Mucizesi”nden sonra Papa, Aquileia kasabasının o günden itibaren 1 Nisan’da balık yemeyeceğine karar verdi. Bazıları ise bunu, özellikle Nisan ayında denize yapılan ilk balık avı gezilerinde, hiç balık tutamadan eve eli boş dönen balıkçılarla alay etme geleneğine bağlıyor. Bir İtalyan denizcilik geleneği, 1 Nisan’da denize açılmamanız gerektiğini söyler, çünkü denizcileri balıklara dönüştürerek eğlenen Siren Parthenope’ye adanmış gündü. Daha sonraları Napoli’de o gün balık tutamayan denizcilerin telafisi için balık şeklinde çikolatalar üretildi.
Ancak bildiğimiz en eski şakanın kahramanları, Marcus Antonius ile Kraliçe Kleopatra. Bir balık tutma yarışması sırasında imparator, kaybetme riskine girmemek için bir hizmetçiye kancasına büyük bir balık takması talimatını vermişti. Ancak Kleopatra bu hileyi fark etti ve kancaya timsah derisiyle kaplı devasa bir sahte balık astırdı. Marcus Antonius kahkahadan kırıldı mı yoksa sinirden küplere mi bindi, bilinmez.
Ya da belki daha basit... “Pesce d’Aprile”, yılın bu döneminde genç balıklarda artış görülmesi ve onların kolaylıkla “kancalanması”ndan kaynaklanıyor!
Sonuç olarak elimizde hep bir balık var. Zaten Pesce d’Aprile’de yapılan en yaygın şaka, hiçbir şeyden haberi olmayan bir kurbanın sırtına kâğıttan bir balık çizimi veya kesilmiş bir balık yapıştırmaktır. Daha sonra herkes “Nisan balığı”nı görüp görmediğini sorar; tabii ki kurban bahsettiği kişinin kendisi olduğunu bilmiyordur. Gerçek anlaşılınca gelsin kahkahalar… Bugün biraz eski moda olsa da birinin sırtına balık yapıştırmak hala İtalyan çocukların yaptığı bir şey. Aslına bakarsanız balığın kullanılma nedenlerinden biri de üretkenliğin simgesi olması tabii.
Farklı bir bağlamda balıklar, özellikle de yunuslar, Kutsal Kitap anlatılarında karşımıza çıkar. Örneğin Eski Ahit’te Yunus’la ilgili hikâyede önemli bir rol oynar. Yunus, Ninova halkını şehvetli yaşam tarzlarına karşı Tanrı’nın gazabına karşı uyarmak için bizzat Tanrı tarafından seçilmişti ama mesajı iletmek istemiyordu. Gemisi korkunç bir fırtınaya yakalandı. Dehşete kapılan denizciler tarafından denize atılan Yunus, büyük bir balık tarafından yutuldu. Canavarın karnında üç gün üç gece dua ederek geçirdikten sonra, sonunda serbest bırakıldı ve Tanrı’nın emirlerini yerine getirmeye başladı. Yeni Ahit’te Mesih’in dirilişinin bir ön temsili olarak tanımlanan Yunus’un hikayesi, İtalyan sanatında sıklıkla temsil edilmiştir
Hristiyanlar Hz. İsa’nın bir Cuma günü çarmıha gerildiğine, Pazar günü ise dirildiğine inanırlar. Noel’den sonraki en önemli bayram, Paskalya’dır. Çünkü Hz. İsa’nın ölümünü ve dirilişini sembolize eder. Diriliş, inanca göre Hz. İsa’nın kurtarıcılığının göstergesidir. Yumurtalar boyanır, çikolata tavşanlar hazırlanır, diriliş coşkuyla kutlanır.
Sanat tarihinde de Hz. İsa’nın dirilişi sahneleri Gotik dönemden itibaren en çok karşılaştığımız sahnelerdir. Genellikle bir lahdin içinden çıkarken gösterilir. Bazen yarı beline kadar çıkmıştır, bazen üstündedir, bazen de tam ayağını attığı anda tasvir edilir. Mezarı bekleyen askerler yarı uykulu ve şaşkın haldedirler. Rönesans’tan itibaren elinde üzerinde haç olan bir sancak görürüz, anlatılan inancın ve ölüm karşısında Mesih’in zaferidir.
Bunların hepsini gördüğümüz Piero della Francesca’nın resminde temel renklerin zenginliği, anlatımın duruluğu, sanatçının resimlerindeki en önemli özellik olan anıtsallığı destekler. Kompozisyon o kadar gerçektir ki Hz. İsa seyirciye bakan gözleriyle sanki bizden ölüm karşısındaki zaferini onunla paylaşmamızı bekler gibidir.
Hıristiyan dünyasındaki bir görüşe göre Hz. İsa dirildikten sonra onu ilk göre Mecdelli Meryem’dir. İkisinin karşılaştığı bu sahneler sanat tarihinde Mesih’in ona söylediği “Noli me Tangere” (Dokunma Bana) sahneleri olarak tanınırlar. Hz. İsa’nın kendisine sarılmak isteyen Mecdelli Meryem’e söylediği sözlere atıftır.
“Dokunma bana, çünkü henüz Tanrı katına yükselmedim. Ama git ve Havarilerime de ki Baba’ma yükseleceğim, sizin Baba’nıza ve benim Tanrı’ma ve sizin Tanrı’nıza.” (Yuhanna 20:17)
Bu sahnenin en güzellerinden biri, ressam ve rahip Fra Angelico’nun Floransa’da San Marco Manastırı’nda yaptığı freskler arasındadır. Ressam, İsa’nın artık bir fani olmadığını anlatmak için onu beyazlar içinde resmetmiştir. Adeta çiçeklerden oluşan bir halı üzerinde uçar gibidir. Arka plana konulan ağaçlar İsa’nın eli ile Mecdelli Meryem’in eli arasındaki mesafeyi yansıtır. Öte yandan ağacın konumu da resmin kompozisyonunu fanilik ve ruhanilik olarak ikiye ayırır. Basit ama görkemli görünüşü ile İsa resmin sol kısmında karanlık görünen ve seyirciye ölüm ve günahı çağrıştıran mağara girişi ile tezatlık oluşturur ve kendisinin günahı ve ölümü yenmiş olduğunu ortaya koyar.
Umuyorum Nisan ayı herkese neşe, bereket ve yenilenme getirir.
Yollarınız hep uzun ve açık olsun sevgili okur, belki bir gün bir yerde karşılaşırız.
Ayşe Bayvas
Fethiye, 14.03.2025