Yükleniyor
EŞSİZ PIAZZA NAVONA
EŞSİZ PIAZZA NAVONA

Antik çağlardan beri kesintisiz yerleşimi olan kentler haliyle pek çok dönemin ve sanat akımının özelliklerini gösterirler. Hepsi birbirinden farklı özellikleri olan sanat akımları kentleri de farklılaştırır. Örneğin, Barok kentlerde meydanlar ana yolların kesiştiği yerlerdedir, görkemli anıtlarla donanırlar ve aslında şehrin ayrıcalıklı kesimine hitap ederler. Ayrıca, Rönesans meydanlarının aksine açık bir yapıdadırlar. 

 

“Geniş, düz, açık alan” anlamına gelen meydanların ortak noktası insanların bir araya gelmesini sağlamaktır. Aslında barındırdıkları eserleri dikkate alırsak aynı zamanda çok amaçlıdırlar. 

 

Benim Roma’da her yolum Piazza Navona’ya (Navona Meydanı) çıkar. Piazza Navona, Roma meydanları arasında kentin Barok dönemini yansıtan bir başyapıt olmasına rağmen antik Roma zamanında, 85 yılında İmparator Domitianus (hd 81-96) tarafından inşa edilen ve 3. yüzyılda Alessandro Severus (hd 222-235) tarafından restore edilen bir stadium idi. Otuz bin seyirciyi ağırlayabilen Stadio di Domiziano, 265 metre uzunluğunda ve 106 metre genişliğindeydi. 

 

 

Circus değil de stadium olduğundan ne yarış atlarının çıktığı kapılar ne de spina vardı. Sadece yarışmalar için kullanılan yapı bu dönemde Circus Agonalis (rekabet arenası) olarak tanınıyordu.  Günümüzdeki Navona adı da Agonalis’ten geliyor. On ve 11. yüzyıllarda bir manastırın sorumluluk alanında kalan stadium 13. yüzyıldan Geç Rönesans’a kadar eğlence amaçlı kullanılmış. Alan, X. Innocentius’un (hd 1644-1655) Papalık döneminde Barok mimarinin oldukça önemli bir örneğine dönüştürüldü. On beşinci yüzyılın sonlarında şehir pazarı, Campidoglio’dan buraya taşınmıştı ve aile sarayı Palazzo Pamphilj tam meydanda olan Papa da muhtemelen burayı düzenleme ihtiyacı duymuştu. 

 

Çeşmeleriyle ünlü meydandaki Barok Sant’Agnese in Agone Kilisesi’nin inşası ve tamamlanması 1652’den kutsandığı 1672’ye kadar devam etti. İnanışa göre genç Agnese, dindar bir Hıristiyan olarak evlenmeyi reddeder. Ancak reddettiği herhangi biri değil İmparator Diocletianus’un (hd 284-305) yeğenidir. İntikam almak için onu stadium’un altındaki geneleve gönderirler. Burada kızlar, ellerinden bağlanıp ölene kadar tecavüze uğrarlardı. Agnese’e kimse tecavüz etmeyi başaramaz. Daha sonra çıplak bir şekilde stadium’da dolaştırılmak istenir ancak saçları onu mucizevi bir şekilde örterek aşağılanmasını önler. Yakılarak idam edilmek istendiğinde yağmur yağar.Sonunda çareyi kafasını kesmekte bulan celladın öldürdüğü Agnese, bugünkü kilisenin olduğu yerdeki katakomplara gömülür. Üzerine 342 yılında yapılan küçük kilise bir hac yeri haline dönüşür. Birkaç önemli değişim ve dönüşümden sonra meydandaki arazinin bir kısmı, Roma tarihinde önemli bir iz bırakan eski bir İtalyan ailesi olan Pamphilj tarafından satın alındığında her şey değişir.

 

Carlo (1611-1691) ve Girolamo (1570-1655) Rainaldi tarafından başlatılan ve onu önemli ölçüde değiştirerek Roma’nın en görkemli Barok mimarilerinden biri haline getiren Francesco Borromini’nin (1599-1677) mimar olarak görev yaptığı kilisede Barok üslubun kıvrım ve eğrileri artık hem genel plana hem de süs ayrıntılarına egemendir. Borromini’nin özelliklerinden biri, birbirine karşı dışbükey ve içbükey yüzeyleri kullanmasıdır. Ancak illüzyonun bu mimari ustasının bir kusuru vardı; öfkesi işi kadar ünlüydü. Hatta bir şantiyede bir adamın bazı malzemelere zarar verdiğini görmüş ve onu döverek öldürmüştü. Ayrıca San Pietro’da birlikte çalıştığı Gian Lorenzo Bernini’ye (1598-1680) karşı da şiddetli bir öfkesi vardı. Bernini, Borromini’nin olmadığı her şeydi: ünlü, çekici, cana yakın. Birazdan konuşacağız bu rekabeti.

 

1656’da Papa X. Innocentius’un ölümüyle üzerinde çalıştığı Sant’Agnese in Agone Kilisesi projesi gücünü kaybetti. Borromini ayrılmak zorunda kaldı, Bernini işi devraldı ve tasarımında değişiklikler yaptı. Bu dönemde bazı işlerini bırakmak zorunda kalınca bütün bunlar sinirlerini yıprattı. Evinden çıkmadan haftalar geçirdi. Bütün çizimlerini yaktı. 1667’de bir gün kendini kılıçla ölümcül bir şekilde yaraladı. Ertesi sabah ölene dek bu çılgın hareketin nedenlerini açıklamak, vasiyetnamesini yazmak ve sevgili dostu Carlo Maderno (1556-1629) ile San Giovanni Battista dei Fiorentini Kilisesi’nde aynı mezara gömülmeyi istemek için zaman buldu. Eserleri o döneme göre çok farklıydı, hak ettiğini düşündüğü şöhret asla gelmedi. Caravaggio gibi, Borromini de yaratıcılığın değer kazandığı 19. yüzyıldan itibaren sanat dünyasında tanınmaya başladı.

 

Benim Borromini hayranlığımı bir yana bırakıp binaya geri dönersek, genel olarak planının Rainaldi kardeşlere, Barok cephenin Borromini’ye ve iki simetrik kule ile iç mekân fikrinin Bernini’ye ait olduğu kabul edilir. Zamanına göre yenilikçi olan bu yapı, daha sonra birçok Avrupa binasının prototipi haline gelmiştir.

 

Eğer birkaç adım geri gidip cepheye bakarsanız ikinci kat cephesinin kaidesine yerleştirilen saatleri göreceksiniz. Bunlar farklı şekillerde ölçülen zamanı gösterir. Bazıları kadranın 12 gündüz saatine bölündüğü ve 0:00’ın gün doğumu, 12:00’ın gün batımı olduğu antik Roma yöntemine ayarlanmıştı. Bu saatler mevsime bağlı olarak sürekli ayarlanmak zorundaydı, Sistem, Papaların isteği üzerine 1842’ye kadar bu şekilde devam etti. Diğer saatler tempo ultramontano olarak bilinen “doğru” zamanı, yani “Alplerin diğer tarafındaki zamanı” gösteriyordu.

 

 

İçerisi ise freskler, muhteşem kabartma paneller ve heykellerle süslüdür. Ancak hiçbir ünlü sanatçının tablosu ile karşılaşmayız. Kilisenin ana sunağı ise koruyucusuna değil, Vaftizci Yahya’ya adanmıştır. 

 

 

Eğer önceden planlarsanız Borromini tarafından inşa edilen kutsal eşya odasında büyük İtalyan Barok bestecilerin eserlerinin özgün Barok enstrümanlarla icra edildiği bir konserin tadını çıkarabilirsiniz. Pamphilj ailesi, Sant’Agnese in Agone’yi 300 yıldan fazla bir süre elinde tuttu, ancak 1992’de Roma piskoposluğuna bağışladı. Çeşmelere geçmeden bir de Sant’Agnese in Agone Kilisesi’nin yanında bulunan 1644 tarihli Palazzo Pamphilj’den (Pamphilj Sarayı)söz edelim. Saray, 1960 yılından beri Brezilya Büyükelçiliği’ne ev sahipliği yapıyor. Dış cephe Girolamo Rainaldi’nin, içi ise Borromini’nin eseri. Odaların tamamının fresklerle süslü olduğu sarayı kiliseye bağlayan galeri de Borromini’ye ait. Galeri, Pietro da Cortona (1596-1669) tarafından yapılan Aeneas Hikayeleri ile süslü. 

Çeşmelere ise sarayın karşısındaki Fontana del Moro (Mağribi Çeşmesi) ile başlayalım. 1576’da mimar Giacomo della Porta’nın (1532-1602) tasarımına dayanarak yapımına başlanan çeşmenin suları dört triton içeriyordu. Çeşme bugünkü gösterişli halini 1654’te yapılan değişikliklerle Bernini’ye borçlu. Çünkü ‘Dört Nehir Çeşmesi’ni tamamlamasının ardından Papa X. Innocentius, Bernini’nin çeşme üzerindeki çalışmasından o kadar etkilenmişti ki diğer iki çeşmenin de yenilenmesi gerektiğine karar verdi. Böylece çeşmenin havuz kısmı dahil pek çok yeri değiştirildi, ortasına bir yunusla yarışan bir Mağribi figürü eklendi. 1874’te Giacomo della Porta tarafından tasarlanan orijinal tritonlar ve başlar çeşmeden kaldırılarak Galleria Borghese’ye taşındı. Yerlerine replikaları yerleştirildi. 

Bernini’nin muhteşem çeşmesi için heyecanlandığınızı biliyorum ancak izninizle onu sona bırakıyorum. Kuzey uca doğru giderken Sant’Agnese in Agone’nin karşı hizasını takip ederseniz çok sevimli bir Gladyatör Müzesi bulacaksınız. Hediyelik eşya dükkânı diye giriyorsunuz ama aşağıya indiğinizde özel tasarımlı küçük bir müze ile karşılaşıyorsunuz. Denemeye değer, hem de soluklanmış olursunuz.

 

Artık Fontana del Nettuno’ya (Neptün Çeşmesi) yaklaşabiliriz. Meydanın kuzey ucundaki bu çeşme üçünün arasında en geç tarihli olandır. Havuz kısmı ilk olarak 1574 yılında Papa XIII. Gregorius’un (hd 1772-1585) talimatıyla Rönesans sanatçısı Giacomo della Porta tarafından tasarlanmıştır. O zamanlar, şehre su sağlamak için Roma’nın ana su kemerlerinden bazılarını kullanılabilir hale getirme projeleri vardı. İlk çeşme, o dönemdeki çoğu kamusal çeşme gibi heykelsiz sadece beyaz mermerden bir havuzdu. Mitolojik temalı heykellerin yer aldığı havuzlar özel bahçelerdeydi. On dokuzuncu yüzyılda İtalya modern bir ülkeye dönüşürken çeşmeler tekrar moda oldu ve bugün gördüğünüz Piazza Navona’daki çeşmeleri dengelemek için açılan yarışmayı ‘Ahtapotla Savaşan Neptün’ heykelini yaratan Antonio della Bitta (1807-1882) ile ‘Aşk Tanrıları ve Atlarla Nereidler’i hayata geçiren Gregorio Zappalà’nın (1833-1908) projesi kazandı.

Ve gelelim Bernini’nin muhteşem çeşmesine… Borromini kadar (belki de daha fazla) hayran olduğum Bernini’nin Fontana Dei Quattro Fiumi yani Dört Nehir Çeşmesi tam da final yapılacak yer. Önce olayı anlatayım: 17. yüzyılın ortalarında, Piazza Navona’da Palazzo Pamphilj’in inşası tamamlandı demiştik. Pamphilj ailesinin başı olan Papa X. Innocentius, aile arazisinin yanına tepesinde bir güvercin ve zeytin dalı olan bir dikilitaş dikmeye karar verdi. Ayrıca, dikilitaşın etrafına bir çeşme inşa edilmesi planlanarak bir yarışma açıldı. Ancak Bernini’nin katılmasına izin verilmedi. Bernini bu dönemde Basilica di San Pietro’nun (Aziz Petrus Bazilikası) cephesindeki çan kulelerinin yapımını denetliyordu. Ne yazık ki kulelerde çatlaklar oluştu ve mali sorunlar nedeniyle inşaat çalışmaları durdurularak çan kuleleri yıkıldı. Soruşturma Bernini’nin masumiyetini kanıtlasa da itibarı zedelendi. Bu durumda şans Papa’nın yeni gözdesi olan Francesco Borromini’nin elindeydi, ancak kader farklı bir şekilde karar verdi.

 

Şöyle ki; Bernini yarışma dışı bir prototip yapmıştı ve Bernini’nin patronu, Papa’nın yeğeninin kocası, çeşmenin 1,50 metre yüksekliğindeki gümüş bir modelini bir akşam Papa’nın yemek odasına getiriverdi. Papa, mimari düzenlemenin güzelliği karşısında şaşkına döndü. Yarışma da iptal edildi. Diyeceğim odur ki bugün gördüğünüz eser, Bernini’nin emirleri yok sayma ve kariyerinin en olumsuz dönemlerinde bile insanlarla pazarlık etme becerisinin sonucudur. Aslında Borromini ve Bernini, bu iki müthiş yetenekli sanatçı, Roma’nın her yerindeler ve rekabetleri efsanevi. Piazza Navona da sanki bu rekabetin simgesi gibi. 

 

Papa X. Innocentius’un sipariş verdiği çeşmenin MS 1. yüzyıla tarihlenen dikilitaşı, 16,5 metre yüksekliğindedir. İmparator Caracalla (211-217) tarafından Mısır’dan Roma’ya getirilmiştir. Dikilitaşın kenarları firavun kıyafetleri giymiş Roma yöneticilerinin resimleriyle süslenmiştir. Bu, Hristiyan inancının paganizm üzerindeki üstünlüğünün bir simgesidir. Ancak işin bir tarafı da çeşmenin yapımının neredeyse bir servete mal olması ve maliyetleri karşılamak için halktan yeni vergiler alınmak zorunda kalınmasıdır. Üstelik halkın kıtlık yaşadığı bir dönemde bu çeşmeye bu kadar para harcanması açılışta halkın gözleri kamaşsa da homurdanmasına yol açmıştır. Üstüne üstlük Papa bir de çeşmenin görkemini bozduğu için seyyar satıcıları alandan kovunca hiç de hoş karşılanmadığını tahmin edersiniz.

 

Çeşmenin kompozisyonu, derin bir havuza yerleştirilmiş haçvari kırık kaya parçalarının ortasındaki dikilitaşın etrafında dünyanın dört yanını sembolize eden dört nehri sembolize eden heykellerden oluşur: Tuna (Avrupa), Nil (Afrika), Ganj (Asya) ve Rio de la Plata (Güney Amerika).

Yapıtı kavramak için seyircinin dört bir yanı dolaşması gerekir. İlk baktığımız Ganj’ın elindeki kürek denizciliği anlatırken kiliseye doğru döndüğümüzde Tuna’nın Papalık armasına dokunarak Hıristiyanlığı anlattığını görüyoruz. 

Rio’nun demir bir para yığınının üzerinde oturması Amerika kıtasının Avrupa için zenginlik kaynağı olması anlamına geliyor. Bunlardan sonra yeniden meydana döndüğünüzde Nil’in yüzünün kapalı olduğunu fark edeceksiniz. Bununla ilgili size Bernini’nin Borromini'nin kilisesinin korkunç görüntüsünden gözlerini koruduğu anlatılabilir. O arada ben sizin kulağınıza usulcacık çeşmenin kiliseden önce 1651’de tamamlandığını hatırlatayım. Gerçek ne mi? Gerçek, o tarihte henüz Nil’in kaynağının bilinmiyor olması… 

Havuzun ise içinde yılan, at, yunus, ejderha ve aslan figürleri ile yapay bir mağara yer alır. Dikkat ederseniz heykellerin temsil ettikleri bölgelerin flora ve faunasıyla tamamlandığını göreceksiniz. At, Tuna’nın çiçekli ovalarına atlıyor gibi görünüyor. Kaktüsler ve timsahlar Rio’nun adeta ağzını taçlandırıyor. Doğu tarafında, bir aslan bir Afrika palmiyesinin köklerinden su içiyor. Ejderha, Ganj’ın küreğine sarılı ve yunus ile deniz yılanı çeşme havuzunda yüzüyor. Dikilitaşın tepesi ise gagasında bir zeytin ağacı dalı tutan bir güvercinle süslenmiş.

Bernini sadece kıtaları sembolize etmekle kalmamış, aynı zamanda hava olaylarını da yeniden yaratmış; Ganj ile Nil arasında rüzgârın palmiye yapraklarını nasıl hareketlendirdiğini gördüğünüzden eminim.

 

Dört Nehir Çeşmesi, Roma’nın en çok turist alan eserlerinden biri. Etrafı hep sanatçılar, müzisyenler ve pandomimcilerle dolu ve Noel tatillerinde çeşmenin yanında bir de rengarenk panayır düzenleniyor, kukla gösterileri yapılıyor. Hatta meydanı Neptün Çeşmesi’nin yanından kıvrıldığınızda Al Sogno adında müthiş bir oyuncak dükkanıyla karşılaşacaksınız. Oyuncak dediysem bir çeşit Alice Harikalar Dünyası. 

 

Bütün bunları sindirmek için artık oturabiliriz sanırım. Resim yapan sanatçıları izleyebileceğimiz hatta tartufo yiyebileceğimiz bir yer olsun. Tartufo, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, uzun süredir sahibi olan Ciampini ailesi tarafından işletilen Tre Scalini’de yaratılan muhteşem bir tatlı. En iyi kalitede, çikolata parçacıklarıyla kaplı, içinde karamelize kiraz bulunan bir top bitter çikolatalı dondurma. Görünümü, Lazio, Abruzzo ve Umbria arasında bol miktarda yetişen siyah trüf mantarlarını çağrıştırdığı için adı buradan geliyor.

Tartufonuzu yerken hala düşünebilecek haliniz kaldıysa Bernini’nin neden Barok dönemin en büyük heykelcisi olduğuna kafa yorabilir ve bastığınız zeminin 4,50 metre altında kalan Stadio di Domiziano’da yarışanların iki bin yıl önceki seslerine kulak verebilirsiniz. 

 

Yollarınız hep uzun ve açık olsun sevgili okur, belki bir gün bir yerde karşılaşırız.

Fethiye, 10.08.2024

 
Facebook'ta paylaş Twitter'da paylaş Linkedin'da paylaş Whatsapp'da paylaş